Cuma, Mart 29, 2024

2023’e doğru ABD-Çin jeopolitik rekabeti

Önümüzdeki dönem Pasifik’te olası çatışma işaretlerini dikkatle izliyor olacağız ama Ortadoğu ve Afrika, ABD-Çin arasındaki jeopolitik güç mücadelesinin başlıca alanlarından olmaya devam edecek.

Adetten olduğu üzere, 2022 dış politika gelişmelerinin dökümünü yapmaya çalışırken, gözümün önüne sıklıkla Her şey Her Yerde Aynı Anda filminde Michelle Yeoh’nun paralel evrenlerin girdabında sürüklenişi geliyor. Gerçekten de 2022 uluslararası ilişkiler açısından kritik kırılmalara, dönüm noktalarına tanık olduğumuz ve nükleer savaş tehdidini ensemizde hissettiğimiz bir sene oldu. Şubat ayından bu yana Ukrayna’da devam eden savaş bu gelişmelerin merkezinde yer alıyor.

Rusya’nın Ukrayna’nın işgali, Soğuk Savaşı’n bitişinden bu yana devam eden dönemi bir anlamda kapatmış oldu. Çok kutuplu dünya düzenine doğru ilerlerken mevcut yapının çatlaklarını görünür kıldığı gibi, farklı güç hizalanmalarını da beraberinde getirdiğini söyleyebiliriz. Jeopolitik aslında hep önemini koruyordu ancak Kremlin’in egemen bir devletin sınırlarını yok sayarak güç yoluyla toprak elde etme girişimi, kendilerini barış ve refah adası olarak konumlandıran Avrupalı devletlerin tehdit algısını ve önceliklerini değiştirmiş oldu.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in hamlesi, kendisinin de ummadığı şekilde batılı devletleri birleştirdi ve harekete geçmeye teşvik etti. Almanya, 2. Dünya Savaşı sonrasından bu yana sürdürdüğü pasifist yaklaşımını terk ederek, ilk kez bir çatışma bölgesine (Ukrayna’ya) askeri yardım gönderilmesine onay verdi; yeniden silahlanmaya başladı.

Benzer şekilde, askeri olarak tarafsızlık politikası izleyen İsveç ve Finlandiya Ukrayna’nın işgali ardından NATO üyeliğine başvurdu. Genişleme konusunda iştahını kaybetmiş olan AB kısa bir sürede Ukrayna ve Moldova’nın aday ülke statüsünü onayladı. Hırvatistan 1 Ocak 2023 itibariyle Schengen bölgesine dahil edilecek.

Ukrayna’daki savaş ABD’nin dış politikada dikkatini yeniden Avrupa’nın güvenliğine çevirmesine sebep oldu. Ancak Ukrayna’da cereyan eden ABD liderliğindeki liberal demokratik blok ile Rusya arasındaki güç mücadelesi aynı zamanda Çin ile Pasifik’te Tayvan üzerinden yaşanacak benzer bir askeri çekişmenin provası olarak görülüyor. Rusya’nın geriletilmesi/yenilmesi, batılı devletlerin dayanışma ruhunu muhafaza etmesi başka ülkelerin (konu bahis Çin) askeri maceralara girişmesini caydırması açısından önemli.

Rusya’ya yönelik ekonomik yaptırımlar aynı zamanda Çin’e mesaj taşıyor. Öte yandan, teknolojik üstünlüğün önümüzdeki dönem dünya liderliğinin belirleyici unsuru olacağından hareketle Washington’ın uygulamaya koyduğu ticari düzenlemeler (“Amerikan malı satın alın” kampanyası, Çin’e çip satışının kısıtlanması vb.), bir taraftan ABD’nin teknoloji ve ticaret alanında elini güçlendirirken, aynı zamanda Çin’in elde ettiği ekonomik gücü askeri alana yansıtmasının önünü kesmeyi amaçlıyor.

KÜRESEL GÜNEY TARAF OLMAK İSTEMİYOR

Transatlantik ittifakının Rusya’nın işgali karşısında sergilediği birlik, beraberlik ve dayanışmanın dünyanın farklı bölgelerinde aynı şekilde benimsenmediğini görüyoruz. Birleşmiş Milletler Genel Kurul oylamalarının ortaya koyduğu üzere, özellikle “küresel güney” olarak da tabir edilen Asya, Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika’nın gelişmekte olan ülkeler Ukrayna’daki savaşta taraf tutmaktan, Rusya’yı karşılarına almaktan kaçınıyor.

Bu tutumun gerisinde, kuşkusuz, Çin’in yükselişi, Rusya’nın meydan okuyucu bir güce dönüşmesi ve buna mukabil ABD’nin küresel ölçekte askeri angajmanını azaltması gibi gelişmelerin uluslararası güç dengelerinde yarattığı değişim yatıyor. Bununla birlikte, başta ABD olmak üzere batılı devletlerin geçmişte izlemiş oldukları politikaların neticesinde ahlaki üstünlüklerini yitirmiş olmalarının da payı yadsınamaz. Dolayısıyla, liberal demokratik düzenden kazanç sağlayamadığını düşünen ülkeler, değişen güç dengelerinden faydalanarak kendi çıkarlarını gözetebilecekleri pazarlıkları değerlendirme eğilimindeler.

ABD’nin bölge ülkeleriyle ilişkilerde demokrasi ve insan hakları gibi kriterleri sorgulayan pozisyonu ve daha da önemlisi müttefiklerinin İran’a yönelik güvenlik endişelerini göz ardı eder yaklaşımı ilişkilerde hasar bırakmış görünüyor.

Bu bağlamda, yakın zamana dek bu köşede sıklıkla ele aldığımız ABD’nin Ortadoğu’dan çekildiği tartışması da farklı bir boyut kazanıyor. Önümüzdeki dönem Pasifik’te olası çatışma işaretlerini dikkatle izliyor olacağız ama Ortadoğu ve Afrika, ABD-Çin arasındaki jeopolitik güç mücadelesinin başlıca alanlarından olmaya devam edecek.

Körfez ülkeleri Rusya’ya yönelik ekonomik yaptırımlara destek vermiyor. ABD Başkanı Joe Biden, ara seçimler öncesi fiyatları aşağı çekebilmek umuduyla Suudilerin petrol arzını artırması için kapısını çaldığı Veliaht Prens Muhammed Bin Salman’la görüşmesinden eli boş döndü sayılır. Göreve gelirken asla muhatap almayacağını söylediği Salman’la ilişkileri düzeltebilmek için çabalayadursun, Washington’da bölge mahkemesinden Kaşıkçı cinayeti davasını düşürme kararı bile çıktı.

Buna rağmen, ABD’nin bölge ülkeleriyle ilişkilerde demokrasi ve insan hakları gibi kriterleri sorgulayan pozisyonu ve daha da önemlisi müttefiklerinin İran’a yönelik güvenlik endişelerini göz ardı eder yaklaşımı ilişkilerde hasar bırakmış görünüyor.

ARAP-ÇİN ZİRVESİ

Diğer yandan, enerji iştahı, ekonomisi büyük ölçüde petrol ve doğalgaza bağlı olan Çin’i Körfez ülkeleri nezdinde hatırlı müşteri konumuna yükseltiyor. Aralık ayında Riyad’da toplanan ilk Arap-Çin Zirvesi’nin sadece başlığı içeriği özetler nitelikte: “Çin-Arap dostluk ruhunu ileriye taşımak ve yeni çağda ortak bir gelecekle Çin Arap topluluğunu beraber inşa etmek.” Zirvede enerji, gıda, güvenlik, yeşil dönüşüm, havacılık olmak üzere çeşitli alanlarda başlatılacak ortak projelere imzalar atıldı.

Çin ayrıca Filistin sorununun çözümü konusunda da Arap ülkelerine destek vermeyi taahhüt etti. Dahası Riyad’ın, Çin’e satacağı petrol ödemelerinin Yuan cinsinden yapılması için müzakere yürüttüğüne ilişkin haberler basına yansıyor. Ne kadar gerçekçi olduğu tartışılır ancak bu durumun geçmişten günümüze süregelen ABD-Suudi Arabistan arasındaki zımni mutabakatın altını oyan bir gelişme olduğu su götürmez.

AFRİKALI LİDERLER WASHİNGTON’DA

Bu hafta Washington’da düzenlenen ABD-Afrika Liderler Zirvesi’ni yine bu arka planda değerlendirmek yerinde olur. Geçtiğimiz mart ayında BM Genel Kurulu’nda Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini kınayan yasa tasarında çekimser oy kullanan 35 ülkenin 17’si Afrika ülkesiydi. Biden yönetiminin Afrika ülkeleriyle ilişkileri sıkı tutmak istemesinin gerisinde jeopolitik çıkarların etkili olduğunu söyleyebiliriz.

Nüfusun hızla arttığı Afrika kıtasının 2050 itibariyle dünya nüfusunun dörtte birini barındıracağı tahmin ediliyor. Genç nüfus yoğunluğu Afrikalı devletleri ticarette önemli bir pazar hâline getirdiği gibi, kıtanın sahip olduğu yer altı kaynakları, (özellikle çip üretimi veya elektrikli arabaların bataryalarında kullanılan elementler gibi) kritik minerallere erişim jeopolitik güç rekabetini kızıştırıyor.

Krastev ve Homes, The Light that Failed adlı kitaplarında Çin’in yükselişini “Taklit Çağı”nın sonu olarak betimler. Çin, küresel nüfuzunu genişletirken toplumları dönüştürme, kendine benzetme gibi bir hedef gütmemektedir.

Doğal kaynakların kullanımı, gıda güvenliği, iklim kriziyle mücadele, ekonomik ve siyasi istikrarın tesisi gibi pek çok konuda Afrikalı devletlerin desteklenmesi, kıtadan gelecek göç dalgalarının önüne geçilmesi açısından önemli. 2014’ten bu yana ilk kez Afrikalı liderleri Beyaz Saray’da bir araya getiren zirve, ABD’nin Afrika ülkelerine sağlayacağı yatırım finansmanı ve eğitim desteğiyle kendi ayakları üzerine durabilecekleri ekonomik altyapı inşasına katkı sağlayarak, bir bakıma Çin’in edindiği nüfuz alanını geriletmeyi hedefliyor.

Verilen taahhütler Afrikalı devletlerin gönlünü kazanmaya yetecek mi zaman gösterecek. Çin’in Tek Yol Tek Kuşak projesi kapsamında tamamlamış olduğu yatırım projelerinin Biden yönetiminin yatırım vaatlerine kıyasla daha gerçek ve somut görüldüğü yönünde yorumlar var.

ABD-Çin arasında kızışan jeopolitik rekabetin rağmen diplomatik diyalog ve iş birliği alanlarının korunuyor olması dikkat çekici. Örneğin, Kasım ayında Polonya’ya düşen füze parçasıyla nükleer bir savaşın eşiğine geldiğimiz sırada ABD-Çin diplomatik kanallarının devreye girdiği, konunun çok taraflı araştırılması ve Rusya’nın itidalle davranması yönünde Çin’in aracı olduğu basına yansımıştı. Kaldı ki, günümüz dünyasında, iklim değişikliğiyle mücadele, terörizm, bulaşıcı hastalıkların önlenmesi gibi pek çok sınır ötesi sorunun çözümü devletler arası işbirliğini zorunlu kılıyor.

Krastev ve Homes, The Light that Failed isimli kitapta Çin’in yükselişini “Taklit Çağı”nın sonu olarak betimler. Çin, küresel nüfuzunu genişletirken toplumları dönüştürme, kendine benzetme gibi bir hedef gütmemektedir. Bu durum, batılı devletler tarafından hor görülen ve hatta dışlanan otoriter rejimler gözünde Çin modelini cazip kılmakta.

Fakat Taklit Çağı’nın son eriyor oluşunun da insanların özgürlük ve çoğulculuğa kıymet vermeyecekleri veya liberal demokrasini yok olacağı anlamına gelmediğini söyler, Krastev ve Holmes. Çelişkili görünen pek çok gelişmenin aynı anda cereyan edebileceği, adeta zamanın büküldüğü, esnediği, belirsiz, öngörülemeyen, rekabetçi ve çok kutuplu bir dünya düzeninde yaşamaya alışmamız gerekiyor.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI