Gerçeğin açığa çıkmasını istemeyenler; kangren haline getirilen ve uluslararası boyutu da olan bu sorunun sürgit devam etmesini isteyenler olacak ki ne idüğü belirsiz güruhlar aracılığıyla hesap verilmesini isteyenlere yönelik saldırgan tavırlar içine giriyorlar.  

Zor günlerden geçiyoruz.

Kentlerimizi kimin yöneteceğine karar vereceğimiz 31 Mart 2024 seçimleri öncesinde, “karanlık bir el”, yeniden harekete geçerek, 24 saat içinde 12 canımızı aldı bizden.

İçimiz yanıyor; yüreğimiz parçalanıyor.

Teröre lanet olsun.

Ve lakin sormadan da edemiyor insan…

Daha bir yıl önce 2023 yılı bütçesi görüşülürken, “ayakkabı numaralarına kadar biliyoruz” dememişler miydi? E bu numaraları, ayakkabı göndermek için öğrenmediklerine göre o günden bu yana ne olmuş da, sayıları iki basamaklara kadar düştüğü iddia edilen “teröristler”, hala, müstahkem mevkilerimize saldırı düzenleyecek kadar “içeri” sızabilecek gücü kendilerinde görebiliyorlar?

Sorular bizi gerçeğe ulaştırır.

Sorular, gerçeğin önüne çekilen sis perdesini açar; bizi gerçekliğimizle yüzleştirir.

Gerçeğin açığa çıkmasını istemeyenler; kangren haline getirilen ve uluslararası boyutu da olan bu sorunun sürgit devam etmesini isteyenler olacak ki ne idüğü belirsiz güruhlar aracılığıyla hesap verilmesini isteyenlere yönelik saldırgan tavırlar içine giriyorlar.

SORU SORMANIN BEDELİ OLACAKSA…

Soru sorulması, bu düzenin devamından çıkar umanları rahatsız ediyor; edecektir. Dolayısıyla soru sormanın elbette bir bedeli olacaktır.

Aklıma Faruk Nafiz Çamlıbel’in şu dizeleri geliyor:

“Yaşamaz ölümü göze almayan. Zafer, göz yummadan koşana gider.” Bağımsız ve demokratik bir Türkiye’nin ilelebet yaşamasını; her bir yurttaşının tek bir kılına dahi zarar gelmemesini istiyorsak, “göz yummadan” sorularımızı sormamız icap eder. Toplumun algısını ve ulusal hassasiyetini yönetip yönlendiren iktidarın, 22 yıldan beridir “ölümü gösterip sıtmaya razı eden” politikasına itiraz edilemez mi? PKK ile Oslo’da, HDP ile Dolmabahçe’de görüşüp, “Akil İnsanlar Heyeti”ni Türkiye’nin dört bir yanına çıkaran iktidar ile eleştirmek için dahi PKK sözünü ağzına alanlara dünyayı dar eden iktidarın aynı olması size de tuhaf gelmiyor mu?

Kuşatma altına aldıkları toplumsal zihnimiz o kadar kısırlaştırılmış ve o kadar kışkırtılmış ki en masum soru sorulmasının bile infiale yol açması, sizce de problemli değil mi?

Egemen güçler istiyor ki yapıp yapacaklarımız o yıkık dökük şehit evlerine Türk bayrağı asmaktan ibaret olsun.

Gelenektir; elbette şehit evlerine bayrak asılmalıdır. Bununla birlikte aklıselimle sorularımızı da sorabilelim; neden yalnızca o yoksul evlere geliyor şehit cenazeleri?

Bu yazının yayımlandığı gün, aynı zamanda başında Mustafa Kemal’in bulunduğu Heyeti Temsiliye’nin Ankara’ya gelişinin ve Ankaralıların bir bayram edasıyla hazırlanıp karşılamasının 104. yıldönümüdür.

Atatürk, Ankara’ya geliş sürecini başlatmazdan önce dönemin küresel güçlerine kapılarını sonuna kadar açmış olan “payitaht”a çöreklenmişleri “ayağa kalkmak için” ikna etmek üzere İstanbul’a gelir. MINTIKALAR ÇOK, YOLLAR ÇOK… Şişli’de, şimdi müze olan eve yerleşir; pek çok görüşme yapar ve “payitaht”ta umut kalmadığına tanıklık eder. O andan sonradır ki memleketin kurtuluşu için çareler arama yoluna başvurur.

O anların birinde, çok güvendiği ve ölümüne dek yoldaşlığını sürdürmekte imtina etmediği İsmet İnönü’ye şu soruyu sorar:

Mesela hiç bir sıfat ve salahiyet sahibi olmaksızın Anadolu’ya geçmek ve orada kurtuluş çarelerini aramak için en müsait mıntıka ve beni o mıntıkaya götürecek en kolay yol neresi olabilir?”

Geçtiğimiz 25 Aralık günü sonsuzluğa göçüşünün 50. Yılını saygıyla yad ettiğimiz İnönü’nün cevabı, kurtuluşun da, kuruluşun da ilk işareti gibidir:

Mıntıkalar çok, yollar çok!” Onlar, o yolları arayıp bulmakla meşgulken, İngiliz emperyalizminin şemsiyesi altına girmiş “payitahtçılar”, onlara demediğini bırakmamıştı.

Haklarında fetva çıkarmış; ölüme mahkum etmişlerdi.

Bir kez daha anlaşılmıştı ki “ölüm göze alınmadan yaşanmaz”mış. Amasya Genelgesini okuduğunda henüz askerken, Erzurum Kongresi’ne “hiçbir sıfat ve salahiyet sahibi olmaksızın” yani sivil olarak katılma cesaretini göstermişti.

Sivas Kongresiyle birlikte mandacılara ve işbirlikçilere karşı açmış olduğu bağımsızlık bayrağını dalgalandırmak için Ankara’nın kapısını çaldığında, tarihler 27 Aralık 1919’u gösteriyordu.

Daha önce de yazmıştım; hemşerim Cemal Süreya, Ankara için en iyi kalpli üvey ana” der. O Ankara ki Bitlisli Şeyh Müştakın, “şairane kehanet”iyle  “İstanbul ile eş” olduğu daha 19. yüzyılda öngörülmüştü.

Sonrasında bir mücadele merkezi, kurtuluşun ve kuruluşun başkenti oldu Ankara.

Zor bir süreçten geçtiğimiz bu günlerde yeniden bir mücadele geleneği başlatılacaksa bunun Ankara’dan başlamasından daha doğal bir durum yoktur.

27 Aralık, Kızılcayokuş’ta karşılanan Mustafa Kemal ile özdeşleştirilen de bu mücadele ruhudur. Bu aynı zamanda, sıvası dökülmüş evlerde büyütüp, sınır boylarına gönderdiğimiz ve şehitlik mertebesiyle sonsuzluğa uğurladığımız çocuklarımıza olan boyun borcumuzdur.

Nazım’ın dediği gibi, “akarsu gibi umutlu ve buğday tanesi gibi cesur” olmak zamanıdır.

Çünkü tarihi cesur olanlar yazar.

Editör: Yüksel Işık